Nerede olduğunuzu bilmediğiniz anlar oldu mu hiç? Savrulduğunuz yerde olmak istemekle istememek arasında kaldınız mı? Ya da ne yapmanız gerektiğini bilmediğiniz zamanlar oldu mu? Merak ediyorum, ne yaptınız o zaman. İçinde bulunduğunuz durumu kabullendiniz mi, o durumu değiştirmek için çabaladınız mı yoksa. Çabalarınız sonuç verdi mi sonunda? Eğer cevabınız hayır ise, sanırım siz de bu yazıyı gözleriniz dolu okuyacaksınız. En azından sızlayacak yaralarınız.
Özür dilerim, kendimden. Canımı bu denli yaktığım için. Kafamı yastığa her değdirişimde, yastıkta kalan yaşlarım için. Yastığın yüzümde bıraktığı izler için. Her neyse eğer şu içimdeki, belki geçer diye yürüdüğüm yollar için. Her neyse eğer şu üzerimdeki, damlalarla birlikte akıp gider sandığımdan sırılsıklam olduğum yağmur için. Dizlerimi karnıma çekip en derinden aldığım nefesler için. Bu anlamsız, haddinden fazla yorgunluk için. Bir yandan akışının sebebini bilmediğim yaşları silerken gözümden, bir yandan da halimi anlatmaya çalıştığım bu cümleler için. Neye yarar bilmem ama, özür dilerim.
Nasıl geçer, ne zaman geçer diye sormaktan kendime, cevaplarıma inanmaz oldum. Hatta cevaplayamaz oldum soruları. İstediğim cevapları alamadığımdan mıdır nedir, korkar oldum sorulardan. Mesela susadığınız zaman ne yapmanız gerektiğini biliyorsunuz değil mi? Ya da acıktığınız zaman. Hatta sıkıldığınız zaman bile sizi ne eğlendirir, biliyorsunuz. Ama işte öyle bir his var ki, bırakın ne yapmanız gerektiğini, ne hissettiğinizi bile bilmiyorsunuz. Çıkmaz gibi deseniz, değil. Çıkmaz olsa geri dönersiniz. Yolun sonunda sizi bekleyen bir şey var deseniz, o da değil. Bir şey olduğunu bilseniz, o yoldaki engellerin önemi olmaz, aşar gidersiniz. Yolun sonunda bir şey olmadığını bilseniz, belki vazgeçersiniz. Ama hiçbiri değil işte, içinizdeki şey bunların hiçbiri değil. Ne olduğunu bilseniz elbet bulunur bir çözüm. Fakat bilmiyorsunuz, öğrenemiyorsunuz da.
Belki bazılarınız için bir yer var, özel bir yer. Mesela güneşin tam tepede olduğu, yaktığı saatlerde bir ağaç gölgesinin altındaki bank. Ya da bardaktan boşalırcasına yağan yağmurda sığınılabilecek bir durak. Bilirsiniz, o size ait değil ama o an en güvende hissettiğiniz yer orası. Elbet gideceksiniz oradan, gitmek istemeyerek. Belki de oraya bir daha geri dönemeyeceksiniz, bunu hissederek.. Üzülerek..
Peki ya gülebilir misiniz tüm acılarınıza rağmen, engelleyebilir misiniz yaşlarınızın akmasını, gözlerinizden? Elbette gülünüyor, çünkü alışılıyor bir yerden sonra. 'Ben daha önce de yaşadım böyle şeyler' diyebiliyorsunuz mesela. 'Onun yanında bu ne ki, geçer' diyebildiğiniz zaman alışmış oluyorsunuz işte ağlarken gülümsemeye. Ne yapacağınızı bilmediğiniz için, hislerinize izin verin. Gülün, her ne olursa olsun, canınız yansa bile, gülün. Ve ağlayın, kimin ne düşüneceğini, nasıl görüneceğinizi umursamadan, utanmadan, ağlayın.
O kadar da utanılacak bir şey değil zaten ağlamak, güçsüzlüğün belirtisi hiç değil.
Güç aslında. Yaşananları, belki de yaşanamayanları. Anıları ya da acıları. Geçmişi, geçmemişi. Canımızı yakan, kalbimize saplanan her neyse, akıtmak birer birer. Damla damla düşerken o yaşlar gözlerimizden, buğulu bir camın arkasından bakarcasına hiçbir şey göremezken, temizleniyordur belki de yüreğimiz pisliklerden.
Güçlü görünmeye çalışmanın yorgunluğu, bir dala tutunabilmek için tırmanmanın zorluğu, bir yerlere ulaşabilmek için girilen yolun uzunluğu.. Neyin ne olduğunu, bulunduğumuz yerin doğruluğunu zaman gösterecek bizlere.
Dayanabildiğimiz yere kadar, gücümüzün yettiği yere kadar, sıkı tutunmalar;
Hayallerimize,
Hedeflerimize,
Sevdiklerimize,
Arzularımıza..
Sıkı tutunmalar, hayata..